Hilgard ve Hilgard (60) amneziyi, hipnozun ve disosiyasyonun merkezi bir özelliği
olarak görmekte ve örneğin
hipnozun ağrı hissini kontrol altına alabilme konusundaki etkinliğini, bununla
açıklamaktadır (yani hasta ağrı
algılamasını, bu algılama gerçekleşmeden önce unutur)(1).
Hipnotik analjezi, ağrı hissinin trans durumunda disosiyatif olarak azaltılması
veya ortadan kaldırılması demektir ve gerek hipnozun çeşitli yönlerinin
araştırılması yönündeki deneysel çalışmalarda (75); ve gerekse klinik çalışmalarda
hipnozun terapötik etkileri nedeniyle yaygın şekilde kullanılmıştır. Ağrı hissinin
hipnoz
altında azaltılması veya yok edilmesi, çoğu zaman, aktarılan yaşantının
çeşitli yönlerinin hayal ettirilmesi (aktif imajinasyon) yoluyla elde edilebilir
(75). Hipnotik analjezi sağlamanın çeşitli yolları vardır (60,75,85). Örneğin ağrı
deneyimi, bu hissin karıncalanma veya hoş bir ılıklık hissine dönüştürülmesi
yoluyla değiştirilebilir ya da ağrılı bölge, anestezi uygulandığı hayali
yaratılarak uyuşturulabilir. Kişilere, sevdikleri bir fantaziye dalarak,
vücutlarının başka bir yerindeki bir hisse konsantre olarak ya da dikkatlerini
vücutlarının dışına, gözlemcinin konumuna girmeleri sağlanarak dikkatlerini ağrı
kaynağının dışına çevirmeleri telkini verilebilir. Ağrılı ekstremitenin aslında
olduğundan daha küçük boyutlarda olduğu hayal ettirilerek, bundan kaynaklanacak
ağrının azaltılması da, vücut biçiminde çarpıklıklar bulunduğu hayal ettirilerek
aynı amaca hizmet edebilir. Hilgard (75) hipnozun kişilere, ağrı-karşıtı bir hayale
dalarak ve böylelikle de ağrıyla kognitif açıdan rekabete girip bu hissin farkında
olma fonksiyonu dışına çıkarılmasını (disosiyasyonunu) sağlayarak yardımcı olduğunu
bildirmiştir. Ancak diğer araştırmacılar hipnotik analjezideki asıl mekanizmanın
farkında olma fonksiyonunun disosiyasyonu değil de, bilinçli eksekütif kontrolun
disosiyasyonu (ve bununla birlikte ağrının kontrol altına alınmasını sağlayan,
bilinç-dışı alt-sistemlerin aktivasyonu) olduğunu öne sürmüşlerdir (86). Bu gibi
güçlü analjezi mekanizmaları, kendiliğinden de kullanılabilmektedir. Birçok akut
travma vakası, travmadan hemen sonra oldukça az ağrıdan şikayet etmekte ve asıl
ağrı şikayetinde, aradan günler geçip güvenli bir ortama ve tedaviye kavuştuktan
sonra bulunmaktadır (87). Bu durum bir disosiyasyon mekanizmasını ve travmanın
psikolojik etkilerine karşı başlangıçtaki, savunma amaçlı bir uyumu yansıtıyor
olabilir. Ancak travma karşısındaki şiddetli disosiyatif tepkinin devam etmesi
bireyi daha sonra hem PTSB gelişmesine hem de travmanın tekrarlanma eğilimine
elverişli duruma sokabilir (64). Ağrılı duygulanımle baş edebilmek için otohipnotik
sürecin kullanılmasına, BKB vakalarının kendi kendine zarar veren davranışlarında
da rastlanmaktadır. Disfori, BKB'nun bir işaretidir ve "hızla tırmanan bu
depresyon, anksiyete ve öfke karışımına (88) çoğu zaman hastanın kendi kendine
zarar vermeye yönelik davranışları eşlik eder. Kendi kendine zarar verme
davranışında dikkatin ağrı veya görsel olaylar üzerinde odaklandığı, disforinin (ya
da daha önce anlatıldığı gibi depersonalizasyonun) bilinçte dissosiye olduğu; kendi
kendine zarar verme eyleminin anlamının ve sonuçlarının, söz konusu davranış
üzerindeki kontrol duygusuyla birlikte erişilemez nitelik taşıdığı bir disosiyatif
değişikliği davet ettiği izlenimi mevcuttur(1).
Kendi kendine zarar vermek, yalnızca BKB'nda değil, disosiyatif bozukluklarda da
oldukça yaygındır. Coons ve Milstein
(112) bir tarafını kesmek, yakmak, kendini bıçaklamak ve trikotillomani gibi çeşitli
kendi kendine zarar verme
eylemlerine, çoğul kişilik bozukluğu, psikojenik amnezi ve başka türlü
nitelendirilemeyen disosiyatif bozukluk
vakalarında da oldukça yüksek bir insidansla (%23-48) rastlandığını
bildirmişlerdir.Bizim DKB olgularımızda da, %40
oranında mevcuttu (49).
Posthipnotik telkinlerden kaynaklanan davranışlar temelde kişinin, motivasyon
kaynağını bilmediği, direnilmesi
olanaksız, kompülsif bir eylemin ortaya çıkması, olarak karakterize edilmiştir (81).
Bu eylem önceden belirlenmiş bir
anahtar işaret verildiğinde ( boğaz temizleme, ayak bileğine dokunma, kaşınma, v.b.)
eylemlerin normal akışını
kesintiye uğratır ve bu kesintiye uğrama, görünürde kişi yapılanı yabancılamaksızın
ya da klasik vakalarda olduğu
gibi, farkında olma fonksiyonunun tamamen dışında gerçekleşir. Bu davranışlarla
ilgili komutlara çoğu zaman amnezi
telkini eşlik eder ama bireyler kendilerinden açıklama istendiğinde, davranışlarının
hipnotik kökenli olduğunu, büyük
bir çaba harcayarak anlayabilir (7). Bu disosiyasyon, daha yüksek düzeydeki bazı
belirli kognitif fonksiyonların nispi
inhibisyonu sonucu kendi kendinin farkında olma fonksiyonunun (109), irade gücünün
(101) veya dışa yönelik dikkatin
(110) azalması olarak anlaşılabilir. Burada, dış olaylara oriyentasyon sağlayan
posterior dikkat etme sisteminin (111)
inhibisyonunu ve bunun sonucu olarak da dikkati odaklama yeteneği daha fazla olan
anterior dikkat etme sisteminin
faaliyetlerinin kolaylaşması temeline dayanır. "Kişinin iradesi dışına çıkan dikkati
artık, telkinleri geleceğe
yönelik planlar olarak kabul edilen hipnoz uzmanı tarafından meşgul edilebilir"
(110).
Patolojik duygulanım disosiyasyonu ise genellikle, çatışma ya da travma
karyşısındaki tehdit edici bir tepkiye karşı
savunma olarak kavramsallaştırılır (5,23,64). Bilinçli deneyimde negatif
duygulanımin azalmasıyla veya tolere
edilemez afffektin farkında olma fonksiyonundan ayrılmasıyla sonuçlanır. Oysa hipnoz
etkisiyle gelişen duygulanım
disosiyasyonu, bazı klinik uygulamalarının dışında, bir tehdide karşı savunma olarak
harekete geçmez (86). Bunun
yerine karşıt etkiyi, tanımlanabilen ruhsal durumların hipnozla başlatılmasını veya
ortadan kaldırılmasını
gerçekleştirir. Ancak her iki durumda da duygulanım, disosiyatif süreçlerden geniş
ölçüde etkilenir(1).
Emosyonların hipnozla kontrol edilmesi, deneysel araştırmalarda ve klinik uygulamada
geniş kapsamlı olarak
kullanılmıştır. Kihlstrom ve Hoyt (57) hipnozun, duygulanımin bellekten
disosiyasyonunu sağlamak amacıyla deneysel
olarak, laboratuvarda kullanılmasını gözden geçirmişlerdir. İstenen bir emosyonel
durumun doğrudan telkin
aracılığıyla yaratıldığı paramnezi örnekleri; çocukluk çağındaki gerçekten
tenhlikeli anıların anımsanması veya
konfliktüel olayların uydurulması, bu gibi yöntemlerdendir. Sonuçta elde edilen
duygulanımif durum, emosyonel
represyonu uyarmak amacıyla posthipnotik amnezi telkiniyle örtülür (1). Klinikte
hipnoz, daha önce disosiye olmuş
materyale ve bu arada duygulanıme ulaşmak amacıyla bir araç olarak kullanılabilir.
Psikoterapilerde, travmanın ve
buna eşlik eden duygulanımin, kontrollu bir şekilde anımsanmasını kolaylaştırmak
amacıyla uygulanabilir . Örneğin
PTSB'da tedaviye yardımcı olarak, hastanın duygulanımini, bilinen bir travmatik olay
canlandırılırken güven ve
rahatlık hislerini devam ettirmek için modüle etmek amacıyla hipnozdan
yararlanılabilir. Bu uygulama hastaya, zarar
görme korkusu olmaksızın aynı olayı yeniden yaşayıp incelemesi için yardımcı
olmaktadır. Hastalar, kontrol altında
olmayan disosiye materyalle daha iyi başa çıkabilmek için, hislerini disosiye
edebilmek amacıyla otohipnozu
öğrenmektedir (9,40). Ancak disosiyasyonun hipnoz yoluyla terapötik olarak
başlatılması hastaya, bunu daha iyi
kontrol edebildiği hissini vererek davetsiz ve zorlayıcı tabiatını hafifletmekte ve
böylelikle de içeriğinin,
travmatizasyon sürecini daha az hatırlatmasına olanak vermektedir(9,40,65,72).Bizim
DKB olgularımızın tedavisinde
hipnozun kullanılmasının füzyonu hızlandırdığı ve terapiste tedavi sürecinde yararlı
ve emniyetli bir enstrüman
olarak yardımcı olduğu kanısına varılmıştır (72).
Kişinin, hallüsinatuvar yoğunluğa sahip daha önceki deneyimleri yeniden yaşadığına
subjektif bir şekilde inanması
olarak tanımlanan yaş küçültme (75), laboratuvarda uzun süre, bireyin hipnoza ne
ölçüde cevap vereceğinin
belirlenmesi amacıyla kullanılmıştır. Klinikte ise hipnoz aracılığıyla sağlanan yaş
küçülmesi, disosiye anıların ve
travmatik deneyimlerin anımsanmasını kolaylaştırmak amacıyla kullanılan, güvenli ve
kontrollu bir yöntemdir (9,40).
Bizim DKB ve PTSB olgularımızın tedavisinde yaş küçültme de hipnozun kullanılmasının
füzyonu hızlandırdığı ve
terapiste tedavi sürecinde yararlı ve emniyetli bir enstrüman olarak yardımcı olduğu
kanısına varılmıştır(72). Bunu
sağlayacak hipnotizabilite ( hipnoza yatkınlık) yeteneği DKB olgularında anlamlı
olarak yüksektir. Geçmişi sanki o
anmış gibi canlı bir şekilde yaşayan ( ekmnezi) DKB'lu bireyler, bu spektrumun söz
konusu kapasitesi en yüksek
olanlarını temsil eder. Yani bu kişiler bellek ve kimliklerini o anda mevcut olandan
disosiye ederler. Daha küçük
yaş düzeylerine geri dönmek o yaşı sanki şimdiymiş gibi, o yaşa ait sözel, motor ve
duygulanımif davranışlarla
yaşamak yeteneği (12), hipnotizabilite ( hipnoza yatkınlık) düzeyinin yüksek
olduğuna işarettir. Bu hipnotizabilite
( hipnoza yatkınlık) yeteneği yüksek grupta yer alan bazı bireyler, kendilerinin
aynı zamanda hem geçmişteki olayı
yaşayan, hem de içinde bulunduğu anı gözlemleyen ikili bir deneyim bildirir ve bu
"gizli gözlemci" etkisidir (75).
Hilgard'a göre (75) "gizli gözlemci", bilinçliliğin hipnoz altında parçalandığı bir
metafordur. Hipnotizabilite (
hipnoza yatkınlık) düzeyi ileri derecede yüksek bireylerin üçte bir kadarında
(%25-40'ında), bilinçli farkında olma
fonksiyonu disosiye durumda bile olsa bilincin, hipnozun tamamen farkında olan bir
bölümü olarak tanımlanan bu
gizli gözlemci etkisi vardır (75,113,114). Hipnotizabilite ( hipnoza yatkınlık)
düzeyleri yüksek kişilerda "gizli
gözlemci" etkisi mevcut olabilir ya da olmayabilir ama Perry (113), bu etkinin
bildirildiği bireylerdeki
posthipnotik amnezinin daha şiddetli olduğuna değinmiştir(1).
Spektrumun diğer ucunda, hipnoz altında yaş küçülmesi gerçekleşen, ancak bunu o
andaki perspektiflerini koruyarak
başaranbireyler yer alır. Yani bu bireyler eski geçmişlerini, o sırada seyrettikleri
bir televizyon ya da sinema
filminden söz edercesine canlı bir şekilde anlatırlar ve bu "filme" asla tam olarak
"dalıp gitmezler"(age
regression) (1). Disosiyatif füg vakaları birdenbire, beklenmedik yolculuklara
çıkarlar, geçmişlerini unuturlar ve
kişisel kimliklerini net olarak bilmezler. Daha önceki görüşlerin aksine bu
hastaların yalnızca küçük bir
bölümünde kısmi veya tam olarak yeni bir kimlik gelişir (115). Füg-öncesi kimlik ve
anılar geri döndüğünde ise,
füg sırasında olup bitenlerin anımsanmamasına sık rastlanır. Diğer birçok
disosiyatif durumda olduğu gibi füg
durumlarına da çoğu zaman psişik veya fiziksel travma, parasal sorunlar, cezadan
kurtulma isteği, çaresizlik ve
güçsüzlük duyguları ya da hoş olmayan anıların anımsanması zemin hazırlar (1151).
Füg şeklinde dolaşıp durma
anamnezi veren bir vakayı inceleyen van der Hart (116), hasta, füg öncesindeki
durumunu "çıkış yolu
görememekteydim" sözleriyle anlatmıştır (sayfa 83). Bu vakaların hipnotizabilite (
hipnoza yatkınlık)si,
değerlendirilmemiştir(1). Askerlikten firar eden vakaların merkezi konumundaki
kliniğimizde disosiyatif füg
olgularında hipnotizabilite ( hipnoza yatkınlık) yüksek çıkmış, bunlardan %5'in DKB
olgusu olduğu
anlaşılmıştır(71).
DKB vakalardaki çekirdek semptom, belleğin ve kimliğin çeşitli yönlerinin, çoğu
zaman çocukluk çağındaki cinsel
veya fiziksel kötüye kullanım eylemleri nedeniyle bütünleştirilememesidir
(16,20,21,32,34,49,50,65- 70,117).
Çocukluk dönemindeki travmatik deneyimler, otobiyografik anıların farklı iki veya
daha fazla sayıda bölüme
ayrılmasıyla sonuçlanır ve bunların herbiri, kendi hikayesine ve kişilik
özelliklerine sahip, farklı, bağımsız
bir kimlik olarak bildirilir. Bu durumda kişinin travmaları sahiplenmeme ya da
yanlış sahiplenme riski vardır "bu
benim başıma gelmedi ki, onun (diğer kimliğin) başına geldi; zaten bunu çoktan
haketmişti!"... Bazı kimlikler,
disosiye durumlarının bilinçliliğe hakim olduğu sıralarda gelişmeye devam eder.
Kimlikler arasındaki amnestik
engel, asimetrik olabilir ve bazı kimlikler daha tam bir anı deposuna ayrıcalıklı
bir bilinçlilik erişimine
sahiptir(1).
DKB'nun, bireylerinin sık sık spontane hipnoza girdiği şeklindeki görüş çok yönüyle
desteklenmektedir. Örneğin
Bliss (16) bir hastasının şu ifadesini yayınlamıştır: "Teslim olduğun derin hipnozda
sükun içerisindesin,
tamamen uyuşmuş durumdasın, vücudun gevşek ve hareket edemiyorsun. Bunu izleyen bir
sonraki ve en son evrede,
herşey simsiyah. İdareyi Lisa (bir kişilik) ele aldığında, aynı hisler söz konusu" .
Dahası, DKB
fenomenolojisinin büyük bölümü amnezi, yaş küçülmesi ve gizli gözlemci etkisi
şeklindeki hipnotik kapasiteler
arasındaki etkileşimleri yansıtmaktadır. Gerçekten de değişik kimlikler, bellek
bölümlerine erişebilmek ve
bunları kontrol altına alabilmek kapasitesinden doğar (109,110). Kronik amnezinin
farklı bellek depolarının
tecrit edilmemesinde kritik rol oynadığı, DKB'nda açıkça belirlenmiştir ve kronik
amnezi, her değişik kimlikle
diğerleri arasındaki sınırı çizen faktör olabilir. Putnam ve arkadaşları (118),
inceledikleri 100 DKB vakasının
98'inde amnezi kanıtlarıyla karşılaşmışlardır. Hipnoz altında yaş küçülmesi, çoğu
kimliğin çocuk-benzeri
özellikler taşımasına ve spesifik travmatik deneyimlere kadar izlenmesine analog
gözükmektedir. Bu yaş küçülme
kapasitesi, spontan amneziyle birlikte tekrarlandığında, bazı değişik kimliklerin
ortaya çıkışından sorumlu
faktör olabilir. Daha ileriki gelişme dönemlerinde diğer, daha olgun kimlikler
ortaya çıkabilir veya bunlar,
olgunlaşabilecek derecede uzun süre hakim olan disosiye durumları temsil edebilir.
Bazı kimliklerin daha
çekimser olan diğerlerini gözlemleme, rapor etme ve hatta bunları etkileme
kapasitesi ve daha zayıf olanların
görünüşte bilinç kontrolu altında bulunması, ileri derecede hipnotize edilebilen
bazı kimselerdeki gizli
gözlemci etkisine son derece benzemektedir. Nitekim Bliss (21), farklı
kimliklerdeki/kişiliklerdeki değişik
düzeylerde mevcut kendi kendinin farkında olma ve belleğe erişebilme özelliklerinin,
gizli gözlemci etkisinin
belirtileri olduğunu öne sürmüştür(1).
Böylece travmatik anıların bilinçililiğin erişemeyeceği bir duruma geçtiği, kimliğin
bölümlendiği veya yeniden
biçimlendiği patolojik disosiyasyon durumlarına ait çok sayıda kanıt mevcuttur.
Belleğin çeşitli yönlerine
nispeten erişilememesi ve bu bölümlerin bütünleştirilememesi, bellek networklarını
temel alan kimliği de
etkiler (30) Birçok formal hipnotik fenomen, bu durumların çeşitli yönleriyle
analogtur. Özellikle de spontan
posthipnotik amnezi, birçok patolojik durumdaki amneziye doğrudan paralel
gözükmektedir. Düşündüğümüz gibi
bunların her ikisi de bilinçlilik tipindeki (trans/normal) veya duygulanımif
deneyimdeki (anksiyeteli
/travmatik /ötimik) kesintilerle belirlenen, duruma bağımlı kodlamanın ürünü
olabilir. Ayrıca da yaş küçülmesi
ve gizli gözlemci gibi ilginç fenomenler, hipnoza ileri derecede elverişli
bireylerin kimlik ve bilinçililik
dissosiasyonunda faydalandıkları süreçlere açılan bir pencere oluşturabilir(1).Bizim
DKB ve PTSB olgularımızın
tedavisinde hipnozun kullanılmasının füzyonu hızlandırdığı ve terapiste tedavi
sürecinde yararlı ve emniyetli
bir enstrüman olarak yardımcı olduğu kanısına varıldı (72).
Hem duyularımızdan gelen bilgilerin bilinçli olarak farkında olma fonksiyonunu, hem
de söz konusu deneyimin
tutarlığını ve aşinalığını kapsayan algılama alanı belki de, disosiyatif süreçlerin
boy gösterebildiği en
temel psikolojik alandır. Burada yalnızca duyularımız tarafından kişisel bilinç ve
dış realite arasındaki
temas konusunda derlenen ve hayatta kalmamızı sağlayan verilere bağımlı durumda
değiliz. Bu algılamalar ayrıca
kendimiz konusundaki deneyimlerimiz ve dünyayla olan ilişkilerimiz bakımından da
merkezi karakter taşır ve
bunları organize eder. Algılama süreçlerinin disosiyatif bozuklukları, bu yönlerden
ikisini de bozabilir.
Bunlar, bilinçli farkında olma fonksiyonundaki temel duyusal deneyimleri
değiştirebilir ya da duyusal algılama
korunmuş bile olsa, bunların kendimizle veya dünyamızla ilişkisinde değişiklik
yapabilir. Bu alanda patolojik
durumla birbirine paralel semptomların görüldüğü, çok sayıda spesifik hipnotik
fenomen mevcuttur. Hipnoz
sonucu meydana gelen sensorimotor kayıplar, hallüsinasyonlar ve analjezi gibi
algılama değişiklikleri ya da
depersonalizasyona ve derealizasyona benzeyen durum değişiklikleri, bunlardandır(1).
Sensorimotor fonksiyonun hipnoz sonucu ortadan kalkması, örneğin hipnoz sırasındaki
sağırlık, körlük, felç ve
anestezi, bazı spesifik perseptüel içeriğin disosiyasyonu olarak kabul edilebilir.
Bu trans durumundaki
deneğin görevi, gerçek uyaranları bir bakıma algılamamaktır. Bu, deneğin ya hipnozu
uygulayan kişi tarafından
önerilen ya da bizzat kendi hayal kurma süreci aracılığıyla elde edilen görüntülere
dalıp gitmesiyle
sağlanabilir. Örneğin hipnoz altındaki sağırlıkta kişi, işitsel uyaranı engelleyen
(örneğin kulağının yastık
bastırılarak veya kulak tıkacıyla tıkalı olduğunu), gürültüyü tamamen bloke eden
(örneğin bir senfoni
dinlediğini), ses kaynağından fiziksel olarak uzakta bulunmasına yol açan (örneğin
uzak ve ıssız bir adada
bulunduğunu düşünmek) hayaller kurar ya da tam anlamıyla hiçliği hayal eder (75).
Hilgard, gürültülü uyaranı
tamamen bloke edebilen kişilerin bu başarıyı elde etmek için "hatırı sayılır çaba,
insiyatif ve yaratıcılık
kullandığını" bildirmektedir (75). Sensorimotor fonksiyonun hipnotik olarak kontrol
altına alabilme
yeteneğinin varlığı, kişinin hipnozabilite düzeyinin yüksek olduğunu gösteren bir
işaret sayılmaktadır
(12,13).
Konversiyon semptomları, fizyolojik disfonksiyonla açıklanamayan ve psikolojik
çatışmalarla veya travmatik
deneyimlerle bağlantılı gözüken, duyu ve motor fonksiyonu değişiklik ya da
kayıplarıdır(119). Bu
değişiklikler körlük, sağırlık, felç, anestezi veya anormal değişiklikler şeklinde
olabilir. Janet
(28,102,119) bu fenomeni yaklaşık yüz yıl kadar önce yaygın şekilde belgelemiş ve
"söz konusu sensorimotor
fonksiyon, aslında normaldir ve mevcuttur ama yalnızca, çok özel bir şekilde baskı
altına alınmıştır: Artık
kişinin iradesinin veya bilincinin kontrolu altında değildir" yorumunu yapmıştır .
Gerçekten de konversiyon
felci mevcut olan bir kişi, uyku sırasında hareket edebilir. Bu durum, hipnoz
sırasında kör olduğu telkin
edilen deneğin, görmediklerini bildirdikleri mobilyalara çarpmadan yürümelerine veya
"gözlerinin görmediği
sırada" kendilerine gösterilen kelimeleri daha sonra çok daha düzgün biçimde
hecelemelerine benzer (120).
Konversiyon semptomlarının bir çeşit disosiyasyonu temsil ettiği şeklindeki görüş,
formal psikiyatrik
sınıflandırmada yüz yıllardır zaman zaman yer almış, zaman zaman ise kendine yer
bulamamıştır. Günümüzde
bunlar, nozolojik olarak ayrılmış durumdadır ve konversiyon bozukluğu, kendisini
fiziksel semptomatolojiyle
göstermesi nedeniyle artık, somatoform bir bozukluk olarak sınıflandırılmaktadır.
Nemiah (97), sağlıklı
nedenlere dayanarak "fenomenolojik bakımdan ne kadar farklı gözükürlerse gözüksünler
konversiyon
bozukluklarının ve disosiyatif bozuklukların kategorik olarak birbirlerinden
ayrılması olanaksızdır"
demektedir(1).
Janet (28), hipnotizabilite ( hipnoza yatkınlık)nin, konversiyonun ve diğer histerik
bozuklukların
diyatezi olduğuna inanmaktaydı; konversiyon bozukluğu olan hastalardaki
hipnotizabilite ( hipnoza
yatkınlık) düzeyinin yüksek olduğundan ve bu arada semptomlarının hipnoz yoluyla
giderilip tekrar
başlatılabildiğinden söz eden, çok sayıda vakada elde edilmiş kanıtlar vardır
(12,28,45,64,121). Kontrol
gruplarına yer verilerek yapılan ve konvensiyon bozukluğu olan çok daha fazla sayıda
hastanın katıldığı,
hipnotik kapasitenin doğrudan test edildiği birçok çalışma, bu hasta
popülasyonundaki hipnotizabilite (
hipnoza yatkınlık) düzeyinin belirgin derecede yüksek olduğu şeklindeki, uzun
zamandır mevcut klinik
izlenimi doğrulamıştır (85).
Nemiah (102), konversion semptomları gösteren hastaları "emosyonel bakımdan ızdırap
veren olaylarla
başedebilmek için hazır bir savunma mekanizması olarak kullanabildikleri mental
disosiyasyon konusunda;
abartılmış, belki de doğuştan eğilimli insanlar" olarak tanımlamaktadır .
Disosiyasyon başlangıçta,
stress karşısında kolayca sağlanabilen, etkili bir tampon görevini görerek ağrı
algılanmasını ve
travmanın kişisel sonuçlarını azaltır. Ancak bu mekanizmanın sürekli olarak
kullanılması, gerekli
üzüntünün duyulmasını önleyerek bu bireylerin, akut ve kronik PTSB gelişmesine
elverişli duruma
gelmeleriyle sonuçlanabilir(1).
Özetle bu yazıda, otohipnozun patolojik disosiyasyonda rol oynadığı şeklindeki
görüşü önemle destekleyen
ve güçlendiren, çok çeşitli kanıtlar sunduk, bunlar:
1. Hipnotik durumları karakterize eden dalgınlık, disosiyasyon ve suggestibilite /
otomatisite gibi
özellikler, disosiyatif psikopatolojide de karşımıza çıkmaktadır.
2. Sistematik olarak değerlendirilen ve disosiyatif semptomlar veren bütün gruplarda
hipnotizabilite (
hipnoza yatkınlık) düzeylerinin çok yüksek olduğunu gösteren kanıtlar, devamlı
birikmektedir. Bu
hipnotizabilite ( hipnoza yatkınlık) düzeyleri, diğer klinik popülasyonlardakinden
anlamlı şekilde
daha yüksektir.
3. Hipnozun, birçok disosiyatif semptomların ve durumların tedavisinde yaygın ve
başarılı bir şekilde
kullanılmış olması (ve hipnozun, disosiyatif semptomlara yol açabilme potansiyeli)
de, hipnozun ve
patolojik disosiasyonun, arka plandaki ortak bir süreci paylaştıkları şeklindeki
görüşü
desteklemektedir(1).
Sonuç olarak, disosiyatif psikopatolojinin anlaşılmasının gerekli olduğuna
inanıyoruz.
Hipnotizabilite ( hipnoza yatkınlık) düzeyinin yüksek olması, disosiyatif
psikopatoloji açısından
risk faktörü olabilir (6,12,32,107). Travma tek başına disosiyatif bozukluklara yol
açma gücü
oldukça iddialı bir varsayım olsa da, disosiyatif bozuklukların etyopatogenezinde
çok önemli rolleri
oolduğu bbu gün artık yadsınamayan bir geçek olarak karşımızda durmaktadır. Ancak,
Ganaway'in
DKB'nun travmatik kökeniyle ilgili olarak işaret ettiği gibi, DKB'u açıklamakta
yalnızca dış
kaynaklı travmayı temel alan bir etyolojik teori, böyle bir travmanın saptanamadığı
disosiyatif
sendromların açıklamasını yapamaz ( 11 ). Dahası böyle bir analiz travmatik
olayların niçin yalnızca
belirli bir alt grupta disosiyatif semptomlara yol açabildiğini de açıklayamaz.
Ancak gerek
hipnotizabilite ( hipnoza yatkınlık)nin gerekse travmatik deneyimin bir bütünün
çeşitli dereceleri
olduğu ve disosiyatif semptomların, bunların etkileşimi sonucunda şekillendiği kabul
edilirse,
patolojik disosiyasyon konusunda daha eksiksiz bir model oluşturmak mümkündür(1).
Girişte de değindiğim gibi Güneydoğu terörü ve deprem gibi travmatik olaylarla karşı
karşıya gelmiş
bulunan Türk insanının, ASB, PTSB gibi travma ile doğrudan ilişkili ve DKB ve diğer
disosiyatif
bozukluklarla da doğrudan ilişkili olduğuna ilişkin yukarıda saydığım çok sayıda
kanıtın olmasından
dolayı Türk psikiyatrist ve psikologlarına düşen ödev disosiyasyonu daha iyi
tanımalarıdır
kanısındayım. Disosiyasyon (özellikle de DKB ) konusunda başta Prof. Dr. Vedat Şar
olmak üzere
ekibinin özverili ve her türlü önyargılı yaklaşımlara karşın yılmak bilmeyen
çabaları sonucunda
Türkiye'de kısmi bir bilinçlenme olduğu memnuniyetle görülmektedir. Dr. Şar ve
ekibini bu
çabalarından dolayı kutluyorum(Gerçi onların benim takdirime ihtiyaçları yok. Çünkü,
onlar dünyaca
kabullenilip takdir edildiler). Ancak disosiyasyon konusundaki bilinçlenme ve
önyargılardan
arınarak olaya daha sıcak bakma durumunun ne yazık ki hipnoz söz konusu olduğunda
henüz
gerçekleşmediğini ve bu konunun son birkaç yıldır kongrelerdeki cılız ve bireysel
çabalara rağmen
camiamızda hala bir tabu olarak kaldığını görerek üzülüyorum. Üzüntüm iki nedenle
daha da
katmerleşiyor: 1- Hipnoz ve hipnozun tedavideki değerine en çok karşı çıkanlar ne
yazık ki bu
konuda bilgi ve deneyimleri hemen hemen hiç olmayan meslektaşlarımız. 2-
Psikiyatrist ve
psikoterapistlerin bir şekilde hipnoz ve hipnoterapi alanından uzak kalmalarını bu
konuda hiç
eğitim almamış şarlatanların meydanı boş bulmalarından dolayı özellikle medyayı
işgal etmeleri
sonucu hipnoz hakkındaki bu haksız önyargı daha da pekişiyor. Halbuki hipnoz öyle
lanse edildiği
gibi her derde deva ve harika bir gereç ve başlı başına bir tedavi yöntemi değil;
uygun olgularda
kullanıldığında, psikoterapötik tekniklerin kolaylıkla uygulanabildiği ve aynı
zamanda terapi
süresini kısaltan bir enstrümandır. Travma ve disosiyasyon ilişkisi ile bu ikisinin
hipnotik
fenomenlerle olan bağlantıları bu yazıda gözler önüne serilmeye çalışılmıştır. Bu
yazının başından
beri yaşanan olaylardan dolayı ülkemizin travmayla karşı karşıya olduğunu bilmemize
ve bu konuda
etkinliği kanıtlanmış bir enstrüman olduğu tescillenmiş olmasına rağmen hipnoza ve
onun
getirdiklerine karşı çıkmak kimlere neler kazandırıyor göreceğiz. Çoğu psikiyatri
uzmanı yetiştiren
kurumlarımızdan ne yazık ki, psikoterapi konusunda hiçbir deneyimi olmadığı gibi,
bilgisi de
olmayan; hastasına deskriptif olarak tanı koyduktan sora tedavi adına salt reçete
yazan psikiyatri
uzmanlarının mezun olduklarını yadsınamaz acı bir ülke gerçeği olduğunu hepimiz
bilmekteyiz.
Bunları yazarken psikofarmakolojik tedaviyi küçümsediğimi kimse iddia edemez. Çünkü
on yıldır
çıkan "Psikofarmakoloji Bülteni" adındaki bir derginin de editörü olduğumu herkes
bilir. Bu yüzden
de rahatlıkla bu satırları yazabiliyorum. İnsanı çevresiyle, ailesiyle çalıştığı
ortamla,
biyolojisiyle ve de ruhsal aygıtıyla ele alan bütüncül bir yaklaşımın bu gün tüm
dünyada kabul
gördüğünü hepimiz bildiğimizden ve tüm meslektaşlarımızın da önyargılarından
arınarak "yansız,
yargısız ve yüksüz " olarak kendilerinden şifa bekleyen hastalarına, etiği, insan
haklarını ve
"önce zarar verme" temel prensibini de ufuklarında bayrak yaparak yaklaşacalarını
bilmenin verdiği
gönül huzuru ile psikiyatride hipnoz konusuna yeniden bakacaklarını umuyorum.